Bosna Günlükleri
Bayram günlerini iple çekerdim.
Tek çocuk olduğumdan mı bilmem kalabalığa karışan o gürültüye karşı ayrı bir ilgi duyardım. Galiba bu hasretle anneanneme gitmek için sabah erkenden kalkar, annemin siyah çizgili beyaz eteğine yapışırdım. Annem, yumruklarımla açmaya çalıştığım yeşil gözlerimi önce şaşkınlıkla izler sonra tamam der gibi kollarını açar, beni yanına çekip şöyle kocaman sarılırdı. İçimdeki bu bayram coşkusuna annem de eşlik etsin diye hem öperdim hem de yerimde zıplardım. Bu yüzden sarı saçlarım annemin yüzüne uçuşur, elim kolum rahat durmadığı için yüzünü asardı. Hal böyleyken annemin yüzünden artık giyinmem gerektiğini anlardım. Kendi odama koşa koşa gittiğimde bayram için çarşının en gözde mağazasından aldığımız pembe renkli elbise sanki bu sabah daha bir prenses gibi göründü. Sanki böyle daha parlaktı daha görkemliydi. Şimdi olduğumdan bile küçükken anneannemle uyumayı çok severdim. İşte bana anlattığı ve uyumayı sevdiren masallardaki prensesler gibi bir heyecan uyandı gözlerimde. Belki de anneannem artık beni anlatırdı masallarda. O an içim nasıl da kıpır kıpır oldu. Bayramlık elbiselerimi özenle giyinip saçımı taradıktan sonra mavi kelebekli tokamı da takması için diretirdim anneme. Ne bileyim neden? Evdeki koşuşturmadan huzursuz olan babam Hadi Artık Nurten diye söylenirdi evin salonundan. Zaten onun bir şeylere kızması için bir sebebi olmasına da gerek yoktu. Öyle havaya bağırırdı, biz üstümüze alınırdık. İşte bu telaşla annem başörtüsünü apartmanın girişine kadar düzelttiğinde anca çıkıverirdik sokağa. Sabah namazından sonra sigarayla ilk defa buluşan babamı günler öncesinden sardığı tütünle yalnız bırakırdık. Bense o sırada babamın ağzından çıkan baca dumanından korktuğum için en uzakta durur ve annemin elini sımsıkı tutardım. Annem de anneannemde yapmam gerekenleri tembihlerdi uzun uzun. Daha önce sadece bir kere evin altını üstüne getirdiğim için bence bu kadar abartmasına gerek yoktu. Ne yapayım, ben aklıma koyduğum şeyi zaten yapacaktım da canım annemin içi rahat etsin diye dinliyormuş gibi yapardım. Babam tek bir yerde araya girerdi. Şöyle sigarasından derin bir fırt çekip;
‘’ Aman he! Anneannenin evindeyken yok çikolata isterim, yok börek isterim diye tutturma. Başkasının evinde bir şey yenmez. Bunu unutma emi!
Ben sesimi çıkarmadan babamın söylediklerini dinlediğimi anlaması için hafifçe başımı sallardım. O konuşurken her an kızabilirdi çünkü. Sanıyorum annem de araya girmezdi. İşte geldik dedim çocuk sesimle. Anneannemin evini ezberlemiştim ki ben. Tren garını geçtikten hemen sonraydı. Kocaman mısır tarlası içerisinde tek ev onundu. Boyaları akmış, derme çatma müstakil bir evde yaşardı tek başına. Eski püskü iki tahta parçasıyla haç işaretine benzeyen Yunan pencereleri benim için evi ayırt edici yapıyordu. Bir de evin kapısı tahtadandı, duvara çakılmış bir çengel çiviyle kapanıyordu. Ben hep o çengel kilitleme sistemine hayret ederdim. Bizi karşılamaya gelen anneannemin mis kokulu ellerini öperken aynı zamanda çocuk aklıyla kapıya şaşkın şaşkın bakardım. Annemin ufak bir dürtmesiyle tekrar anneannemin beni sevişini izlerdim. Önce ellerimi öperdi birkaç kez. Sonra bayramlıklarımı kabaca inceler fakat detayları överdi. Bu sefer tokamı beğendiğini söylüyordu. Özellikle kelebekli diye bir beğendi anlatamam. Bizi içeriye davet ettiğinde teyzemler çoktan gelmişti. Çok fazla teyze… Aile de en küçük torun olduğumdan herkes inanılmaz teyze koskocaman amca oluveriyordu gözümde. Aslında kuzenmişiz sonradan annem tek tek akraba ilişkilerimi öğretti bana. Bayramlaşma merasimi için eski püskü kömür sobasının etrafına toplaşırdık maaile. Önce herkes anneannemin elini öper, duasını alırdı. Sonra büyükten küçüğe herkes bayramlaşırdı. Ne kadar çok insandı öyle. İtiraf etmeliyim para verenlere daha fazla gülümserdim. Daha bir şirinlik yapardım. Herkesin bayramlaşma merasimi bitince eski Bosna’nın şaşaalı günlerini iç çeke çeke anlatırdı anneannem. Ne de ballandırırdı dereleri, kuşları, ağaçları. Pamuk ipliğine sarılı yüreğinden dökülen sözlerine gözlerinden süzülen yaşlar eşlik ederdi. Tabi önce ince ince çiselerdi gözlerinin altına. Sonra sağ elinin başparmağıyla silmeye çalışırdı apar topar. Dışarıdan görenler onun ağlamadığını düşünürdü. Hislerini belli etmeden yaşarken her şey de olduğu gibi eli hamarattı. Ama benden kaçıramazdı, ailede bir tek ben anlardım çocukluğunu özlediğini, evini, yurdunu. Bosna doğumlu ama kör olası silahlar, kirli ve kanlı fikirler yüzünden büyüyememişti. İnsan galiba en güzel kendi yurdunda büyüyor olmalı zira anneannem Türkiye’ye geldiğinden beri hep aynı hikayeyi anlatıyordu. Ama ilk defa ben bu kadar farklı hissetmiştim. Aynı hikayede benden değişen hisler vardı. Anneannemin yaşadığı yer neresiydi? Nasıl bir yerdi? Herkesin anneannemi dinlediği o anda bir şey oldu ve tüm dikkatleri üstüme çekmeye başardım.
Kako si? Dobro! Boşnakça Nasılsın? ve İyiyim! anlamına gelen bu iki cümleyi ilk defa kullanmıştım. Hem de bayramda. Herkes önce anneanneme baktı, anneannemin yüzü melek oluverdi. Gülümsedi. Yanağından dökülen gül suyuyla ellerini yıkadı. ‘’İşte şimdi benim bayramım! Benim prensesim!’’ dedi.
O an herkesin yüreğine bir vatan kokusu düştü, özleştik. Herkesin dilinden toprağa su serpildi, büyüdük .(Bosna i Hercegovina)